Otoportre ve çok daha ötesi

Otoportre, Batı'nın sonunu getiremediği ve her dönem başka bir anlam yüklediği 'beden' meselesinin de içinde yer alan bir düğümdür. Peki ama Türkiye'nin portre birikimi ve bu alandaki serüveni ne âlemde?
Batı'yı Batı yapan en önemli değerlerden birisi, genel olarak 'gerçek', özel olarak da 'kendi gerçeği' üstünde durup dinlenmeksizin düşünmesi. Arada bir Batı'yla Doğu'yu karşılaştıran ve 'Her şey Doğu'dan türedi' ya da 'Doğu'da olmayıp da Batı'da olan ne var ki?' türünden yargılarda bulunanların unuttuğu en önemli olgu bu. Doğu, 'gerçeği', hiçbir zaman, Batı gibi algılamadı. Onu sürekli olarak dışarıda duran, sorgulanması, keşfedilmesi, nihayet elde edilmesi gereken bir nesnellik olarak görmedi. Kuşkusuz onun da büyük felsefecileri, sanatçıları oldu. O da büyük bir kültür üretti ama böylesi bir bilme biçimine sahip olmadı. Aynı zamanda hem öz hem de bir yöntem sorunu olan bu cinsten bir değerlendirmeyi Doğu yapmadı. Batı'nın, kadim Yunan kültürüyle aldığı büyük dönemeç buydu. Öte yandan Doğu-Batı karşılaştırması yapanların bir kısıtlaması daha var. Bu kabil değerlendirmeler bile soruna Batı yöntembilimi ve algısıyla bakmaktır. Maksadım, bu sorunları tartışmak değil. Hele yaz sıcağından hiç aklımdan geçmez böyle bir şey. Ama, Paris'in 20 derecelerde dolaşan havasında, bulutlarla kaplı göğü altında ve arada bir dökülüşen yağmuru eşliğinde Lüksemburg Sarayı'ndaki 'Ben: 20. Yüzyıl Otoportre Sanatı' sergisini, Temmuz ayına rağmen açık onca sergi arasında gezip görünce bu soruların kafamda dolaşıp durduğunu fark ettim. Kendiliğinden değildi bu durum. Doğrudan doğruya serginin kapsamından kaynaklanıyordu. Her zaman bana ufunet veren ve daima bir muvakkatlık duygusu uyandıran o boğuntulu sergi mekânında, tıkış tıkış, yan yana duran yapıtlar 20. yüzyılda yaşamış, tüm önemli sanatçıların kendi portrelerini taşıyordu izleyiciye. Sergi, tek başına bir görüntü sürecinden ibaret değildi. Ona, başta belirttiğim o önemli sorunsal eşlik ediyordu: 'gerçek nedir'? Böyle bir sorunun otoportre açısından ortaya atılması tesadüf değildi. Öncelikle, portre böyle bir şey. İnsanın, bir başkasının resmini yapması, bunun 'tanınan', hiç değilse 'bilinen' birisine ait olması ilk bakışta çok sıradan bir şey gibi görülebilir. Ressam, ilk baştan beri 'mimesis', yani öykünme (taklit etme) üstüne işini bina etmiştir. 'Benzetme', onun işinin özünü oluşturur. Öte yandan, insanın en önemli sorunu daima 'geleceğe kalmak' olduğuna göre, kendisini ardından gelenlere bırakmak isteyenler hem doğal hem de kaçınılmaz bir biçimde ressama gidip 'suret'lerini yaptıracaklardı. Buna, 'resmi' gereksinimler ekleniyordu. Krallar, yöneticiler, egemenler, iktidar sahipleri portrecinin tezgâhından geçecekti. Rönesans bu işin kaynağı. Rönesans ressamları, Giotto'dan, onun getirdiği ikincil figürlerden başlayarak önce portre sayılacak 'anonim çehre'ler resmettiler. İş, ardından, bana göre Fra Angelico'dan başlayarak bambaşka bir anlayışla resmedilmiş 'resmi' portre ressamlığına dönüştü. Ama elbette eskil Mısır'da da bir tür portrecilik vardı, Uzakdoğu'da da. Fakat, Rönesans'ın buna ekledikleri, bütün Rönesans kültürüyle tümleşiktir. Rönesans, 'gerçek nedir?' sorusuna kendince bir anlam arıyordu. Bunu, hümanist gelenekle olduğu kadar Yahudi-Hıristiyan düşüncesini yeniden yorumlayarak da yapıyordu. Burada, doğanın ayrı bir anlam ve etkinliği vardı. Rönesans ressamı, 'portre' denilen ve o bildik figürde, o sınırlı resmetme alanında da gene aynı şeyi yapıyor, gerçek nedir? sorusunu yanıtlamaya çalışıyordu. Cevap belki kısıtlıydı, belki değil. Ama macera büyüktü.

Zelzeleye tutulan 'ben' kavramı Otoportre,
bu arayışın ardından gelen çok yönlü bir açılımdır. Bu kavram, ressam ve modeli, bakan ve gören, gören ve görülen gibi kavram çiftlerinin tam kat yeridir. Kesişme noktasıdır. Otoportre, aynı zamanda Batı uygarlığının uğraşa uğraşa sonunu getiremediği ve her dönem başka bir anlam yüklediği 'beden' meselesinin de içinde yer alan bir düğümdür. Geçen yüzyılın, önceki dönemlerin onca birikimine karşın onlardan farkı 'ben' kavramını ayrı bir anlam, içerik ve kapsam yükleyerek açımlamasıydı. Bu, daha yüzyılın başında Kübizmle birlikte ortaya çıkan bir önemli hamleydi. Maddenin anlamı rölativite kuramı bağlamında değişince insanın bir nesne olarak kendisiyle pozisyonel bağı da değişiyordu. Sonra üstgerçekçilik ardından da özellikle Varoluşçuluk gelince 'ben' kavramı tam bir zelzeleye tutuldu. Kuşkusuz, yüzyıl başında ortaya çıkan psikanalizin işe katkısını ayrıca anmaya bile gerek yok. Bütün bunlardan sonra soru 'ben kimim' ya da 'benin veya benimin gerçeği nedir?'e dönüşüyordu. Gerçeğin ve benin hassas dengesiydi otoportre artık. Otoportre kavramının avangart sanatta aldığı anlam apayrı. Duchamp'ın tuvale imzasını atması ve bunu otoportre olarak sunmasından izleyiciye dönük bir cümle yazının gene otoportre olarak sunulmasına kadar her şey farklı bir anlam taşıyordu, 'şimdi'. Bakalım buradan da daha nerelere gidilecek. Türkiye'nin portre birikimi ne, otoportre serüveni nasıl? Bu sorular yanıtını bekliyor. Dışsal gerçeği 'Batı tarzı' resmetmeyi belli bir gecikmeyle öğrenmiş bir toplumun düşünsel birikiminin (oto)portre olarak nasıl yansıdığını insan merak ediyor. Her zaman söylediğim gibi, bu da, özünde bir 'resim' sorunu değil. Bir 'görsellik' sorunu. Onu anlamak da kendi başına olmuyor. Ancak bu alanları kapsayacak toplumsal kuram irdelemeleriyle ulaşılıyor o yanıtlara. Bunları düşününce, mesela, diyorum, bizim Mikelanj'ımız kim olabilirdi? Malum, otoportresini, Sistine Duvarı'na çizmişti. Ama, yüzülmüş derisini elinde tutan Aziz Bartholemew'un suratı olarak.
HASAN BÜLENT KAHRAMAN
http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=121575

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder