Fotoğraflarıyla da efsane: Che

Her zaman Leica fotoğraf makinesiyle dolaşan ve kısa bir süre Meksika'da sokak fotoğrafçılığı da yapan Che Guevara'nın çalışmaları Küba devrimini ve devrim sonrası Küba Cumhuriyeti'nin gezgin elçisi gibi dünyayı dolaştığı yılların yansımaları... Fotoğrafları çoğunlukla portreler, otoportreler, manzara ve seyahat anıları, kalabalık görüntüleri ve Küba'nın sanayileşmesine dair tanıklıklardan oluşuyor. Yapılan yorumlar fotoğrafların fazla amatör olduğu yolunda. Ancak 20'nci yüzyıla adını yazdırmış bir karakterin tarihteki yolculuğunu izlemek açısından çok önemli. Che'nin klişeleri aşması davasına saplanıp kalmamış bir adamın bakış açısını yansıtmasından ileri geliyor. Che'nin en ilgi çeken fotoğraf kareleri otoportre ve kılık değiştirme zevkini yansıtanlar: Genç Che; sakalsız ama kravatlı; makyajla yaşlandırılmış ve kel; şapkalı ve büyük çerçeveli gözlüklü, bir resimde ise aynadaki ikizini incelerken... En değerli fotoğraf ise ışıktan özenle korunan Tanzanya'da çekilmiş şimdiden efsane bir fotoğraf; Che profilden görünüyor, beresi başında, ağzında purosu, yarı karanlık bir odada oturuyor.
Images of Guevara with his trademark beret, beard and cigar have become icons among revolutionary movements
...........................................................................
Gölgeli Otoportre
Genç bir ülkeden, kökleri otlardan doğan,
(o kökler ki Amerika'nın öfkesini yadsıyan)
sizlere geliyorum, kuzeyli kardeşlerim.
Acılı haykırış, umutsuzluk ve inanç yüklü,
sizlere geliyorum, kuzeyli kardeşlerim.
Biz "homo sapiens"lerin geldiği yerden,
nice yol aldım göçebe ayinleriyle,
bir haç gibi taşıdığım astımımla
ve onun özüme yakışmayan mecazıyla.
Uzundu yol ve çok ağırdı dert
sürmektedir bende avare adımlarımın kokusu,
hala batık bir gemidir derinlerdeki özüm
-kurtarıcı kıyılar görünseler bile-
dalgalara karşı gönülsüz yüzüyorum
batık bir gemi oluşumu koruyarak.
Yalnızım acımasız geceye karşı
ve biletlerin bıraktığı kesin şeker tadına.
Avrupa çağırıyor beni yıllanmış şarabının sesiyle,
sarı etinin soluğuyla, müzedeki eserleriyle.
Yeni ülkelerin neşeli klarnet sesiyle
alıyorum karşıdan geniş etkisini
Lenin'in icra ettiği ve halkların söylediği
Marks ve Engels şarkılarının.


Che GUEVARA

Sanat Eleştirmeni Ümit Gezgin

"Bir portre var etmek, bir dünya inşa etmeye benzer. Kendine özgü; bütün kuralları ve gerçekleriyle yeniden tanımlanmış bir dünya. Ve, sadece tanımlayanın gerçekliğine bağlı, alabildiğine kurmaca ve özgün bir dünya. Portre; ister otoportre olsun, ister portre; gerçekliği ‘saklı yüz’de ortaya çıkarma realitesi olarak karşımızda belirir. Karşımızda; bize bakan, bir ‘bakış kültü’ olarak durur en başında ‘portre’. Bunun otoportre veya portre olması bir şeyi değiştirmez. Sadece yanılsama estetiğini bildik kılar. Dünyayı estetize ederken ressamın, başkasının yüzünde aradığı saklı gerçek, kendi yüzüne, yüz formunda saklı dünya coğrafyasına, kültürüne, değerlerine doğru plastik bir yolculuğa çıkarken; aynı zamanda, hayatta durmaksızın insanların form, mekan, gerçeklik maskelerini sıyırmakla geçirmiş ve bunu yüksek ayar bir yaratım kabul etmiş sanatçının; kendi yüzüyle karşılaştığında yaşadığı travmayı da dile getirir. Bu nasıl bir travmadır? veya yüz, özellikle sanatçının kendi yüzüyle ilk kez ve kendi sanatı aracılığıyla karşılaşması, kendi yüzündeki maskeyi indirmeye ve onu plastize etmeye çalışması nasıl bir ilginç buluşma ve onun sonrasında gelişen döngüdür? Bu her otoportrenin gizli şifrelerinde saklıdır. Unutmayalım ki şifreler tam çözülmez; özellikle şifre koyucuların unuttuğu şifreler.. Şifreler çözüldükçe başka şifreleri doğurur. Bu otoporte ise daha da içinden çıkılmaz bir şifreye dönüşür. Portre ve otoportre tarih boyunca, ister fotoğraf olarak algılansın ister ‘yüz’ realitesinin şifresini çözmeye yeltenen bir estetik olsun; hep cazip ve o oranda da tedirgin edici olmuştur. Aslında bu tedirgin edici estetik de onu vazgeçilmez kılmamış mıdır... Sonuç şu; herkes kendi portresini arar; bu çoğu kere başkasının yüzünde çıkılan bir yolculuk gibidir; oysa portredeki hayalet insanın kendi yüzünde saklıdır. Onu bulmak için aramak da yüksek bir cesaret ister..." Ümit Gezgin

Otoportre ve çok daha ötesi

Otoportre, Batı'nın sonunu getiremediği ve her dönem başka bir anlam yüklediği 'beden' meselesinin de içinde yer alan bir düğümdür. Peki ama Türkiye'nin portre birikimi ve bu alandaki serüveni ne âlemde?
Batı'yı Batı yapan en önemli değerlerden birisi, genel olarak 'gerçek', özel olarak da 'kendi gerçeği' üstünde durup dinlenmeksizin düşünmesi. Arada bir Batı'yla Doğu'yu karşılaştıran ve 'Her şey Doğu'dan türedi' ya da 'Doğu'da olmayıp da Batı'da olan ne var ki?' türünden yargılarda bulunanların unuttuğu en önemli olgu bu. Doğu, 'gerçeği', hiçbir zaman, Batı gibi algılamadı. Onu sürekli olarak dışarıda duran, sorgulanması, keşfedilmesi, nihayet elde edilmesi gereken bir nesnellik olarak görmedi. Kuşkusuz onun da büyük felsefecileri, sanatçıları oldu. O da büyük bir kültür üretti ama böylesi bir bilme biçimine sahip olmadı. Aynı zamanda hem öz hem de bir yöntem sorunu olan bu cinsten bir değerlendirmeyi Doğu yapmadı. Batı'nın, kadim Yunan kültürüyle aldığı büyük dönemeç buydu. Öte yandan Doğu-Batı karşılaştırması yapanların bir kısıtlaması daha var. Bu kabil değerlendirmeler bile soruna Batı yöntembilimi ve algısıyla bakmaktır. Maksadım, bu sorunları tartışmak değil. Hele yaz sıcağından hiç aklımdan geçmez böyle bir şey. Ama, Paris'in 20 derecelerde dolaşan havasında, bulutlarla kaplı göğü altında ve arada bir dökülüşen yağmuru eşliğinde Lüksemburg Sarayı'ndaki 'Ben: 20. Yüzyıl Otoportre Sanatı' sergisini, Temmuz ayına rağmen açık onca sergi arasında gezip görünce bu soruların kafamda dolaşıp durduğunu fark ettim. Kendiliğinden değildi bu durum. Doğrudan doğruya serginin kapsamından kaynaklanıyordu. Her zaman bana ufunet veren ve daima bir muvakkatlık duygusu uyandıran o boğuntulu sergi mekânında, tıkış tıkış, yan yana duran yapıtlar 20. yüzyılda yaşamış, tüm önemli sanatçıların kendi portrelerini taşıyordu izleyiciye. Sergi, tek başına bir görüntü sürecinden ibaret değildi. Ona, başta belirttiğim o önemli sorunsal eşlik ediyordu: 'gerçek nedir'? Böyle bir sorunun otoportre açısından ortaya atılması tesadüf değildi. Öncelikle, portre böyle bir şey. İnsanın, bir başkasının resmini yapması, bunun 'tanınan', hiç değilse 'bilinen' birisine ait olması ilk bakışta çok sıradan bir şey gibi görülebilir. Ressam, ilk baştan beri 'mimesis', yani öykünme (taklit etme) üstüne işini bina etmiştir. 'Benzetme', onun işinin özünü oluşturur. Öte yandan, insanın en önemli sorunu daima 'geleceğe kalmak' olduğuna göre, kendisini ardından gelenlere bırakmak isteyenler hem doğal hem de kaçınılmaz bir biçimde ressama gidip 'suret'lerini yaptıracaklardı. Buna, 'resmi' gereksinimler ekleniyordu. Krallar, yöneticiler, egemenler, iktidar sahipleri portrecinin tezgâhından geçecekti. Rönesans bu işin kaynağı. Rönesans ressamları, Giotto'dan, onun getirdiği ikincil figürlerden başlayarak önce portre sayılacak 'anonim çehre'ler resmettiler. İş, ardından, bana göre Fra Angelico'dan başlayarak bambaşka bir anlayışla resmedilmiş 'resmi' portre ressamlığına dönüştü. Ama elbette eskil Mısır'da da bir tür portrecilik vardı, Uzakdoğu'da da. Fakat, Rönesans'ın buna ekledikleri, bütün Rönesans kültürüyle tümleşiktir. Rönesans, 'gerçek nedir?' sorusuna kendince bir anlam arıyordu. Bunu, hümanist gelenekle olduğu kadar Yahudi-Hıristiyan düşüncesini yeniden yorumlayarak da yapıyordu. Burada, doğanın ayrı bir anlam ve etkinliği vardı. Rönesans ressamı, 'portre' denilen ve o bildik figürde, o sınırlı resmetme alanında da gene aynı şeyi yapıyor, gerçek nedir? sorusunu yanıtlamaya çalışıyordu. Cevap belki kısıtlıydı, belki değil. Ama macera büyüktü.

Zelzeleye tutulan 'ben' kavramı Otoportre,
bu arayışın ardından gelen çok yönlü bir açılımdır. Bu kavram, ressam ve modeli, bakan ve gören, gören ve görülen gibi kavram çiftlerinin tam kat yeridir. Kesişme noktasıdır. Otoportre, aynı zamanda Batı uygarlığının uğraşa uğraşa sonunu getiremediği ve her dönem başka bir anlam yüklediği 'beden' meselesinin de içinde yer alan bir düğümdür. Geçen yüzyılın, önceki dönemlerin onca birikimine karşın onlardan farkı 'ben' kavramını ayrı bir anlam, içerik ve kapsam yükleyerek açımlamasıydı. Bu, daha yüzyılın başında Kübizmle birlikte ortaya çıkan bir önemli hamleydi. Maddenin anlamı rölativite kuramı bağlamında değişince insanın bir nesne olarak kendisiyle pozisyonel bağı da değişiyordu. Sonra üstgerçekçilik ardından da özellikle Varoluşçuluk gelince 'ben' kavramı tam bir zelzeleye tutuldu. Kuşkusuz, yüzyıl başında ortaya çıkan psikanalizin işe katkısını ayrıca anmaya bile gerek yok. Bütün bunlardan sonra soru 'ben kimim' ya da 'benin veya benimin gerçeği nedir?'e dönüşüyordu. Gerçeğin ve benin hassas dengesiydi otoportre artık. Otoportre kavramının avangart sanatta aldığı anlam apayrı. Duchamp'ın tuvale imzasını atması ve bunu otoportre olarak sunmasından izleyiciye dönük bir cümle yazının gene otoportre olarak sunulmasına kadar her şey farklı bir anlam taşıyordu, 'şimdi'. Bakalım buradan da daha nerelere gidilecek. Türkiye'nin portre birikimi ne, otoportre serüveni nasıl? Bu sorular yanıtını bekliyor. Dışsal gerçeği 'Batı tarzı' resmetmeyi belli bir gecikmeyle öğrenmiş bir toplumun düşünsel birikiminin (oto)portre olarak nasıl yansıdığını insan merak ediyor. Her zaman söylediğim gibi, bu da, özünde bir 'resim' sorunu değil. Bir 'görsellik' sorunu. Onu anlamak da kendi başına olmuyor. Ancak bu alanları kapsayacak toplumsal kuram irdelemeleriyle ulaşılıyor o yanıtlara. Bunları düşününce, mesela, diyorum, bizim Mikelanj'ımız kim olabilirdi? Malum, otoportresini, Sistine Duvarı'na çizmişti. Ama, yüzülmüş derisini elinde tutan Aziz Bartholemew'un suratı olarak.
HASAN BÜLENT KAHRAMAN
http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=121575

Proje Katılımcıları

Aysel Varer
Birgül Karamızrak
Burçak Ilıman
Canan Atay
Çiğdem Esra Kanberoğlu
Filiz Kumru
Filiz Seyhan
Funda Yılmaz
Kübra Ulucan
Mehtap Canver
Meltem Öztürk
Semiha Karlıdağ
Sidem Onan

Ufuk Duygun Kimdir?


IFSAK 146. Dönem Oto-portre proje grubumuzun danışmanlığını veren değerli hocamızdır.
Yıldız Teknik Üniversitesi Sanat ve Tasarım Fakültesi Fotoğraf ve Video Bölümü Öğretim Görevlisidir.

İlk oto-portre



1830lu yillarda Paris'teki entellektüelleri ve ressamlari bir telas alir. Belki tam o siralar böyle adlandirmasalar da bizim su an fotograf dedigimiz sey Nièpce'le somut hale gelmistir.Bir kaç sene sonra Louis Daguerre'in, gelistirdigi teknikle fotografi ilk defa negatif bir kagit üzerine basma imkani sagladigi söylentileri yayilmaktadir.Ayni zamanlarda Hippolyte Bayard adli bir resim asigi, ayni sekildeki calismalariyla fotograflayip baskilama teknigini gelistirir ve 39 yilinda tarihin ilk sergisini acar.Daguerréotype'in Fransiz hükümeti tarafindan resmi olarak taninmasindan sadece iki ay önce olmasina ragmen geç kalinmistir...Daguerre nasil olduysa kendini kabul ettirmeyi basarmistir ve devletten aldigi 10.000 franki da cebe atmistir. Teselli olarak Bayard'a verilen para 600 franktir...ve Bayard "ölmüs cesedini" cekip (tabii ki gercekten ölmemistir:) , basip, yazdigi su mektupla hükümete yollar:
"The corpse which you see here is that of M. Bayard, inventor of the
process that has just been shown to you. As far as I know this indefatigable
experimenter has been occupied for about three years with his discovery.
The Government which has been only too generous to Monsieur Daguerre, has said
it can do nothing for Monsieur Bayard, and the poor wretch has drowned himself.
Oh the vagaries of human life....! ... He has been at the morgue for several
days, and no-one has recognized or claimed him. Ladies and gentlemen, you'd
better pass along for fear of offending your sense of smell, for as you can
observe, the face and hands of the gentleman are beginning to decay."Iste ilk otoportrenin hikayesi...

Oto-Portre Nedir?